28.03.2016, Pazartesi

  • En Çok Okunanlar
  • En Çok Yorumlananlar

“SOL” MUHAFAZAKÂRLIK / Ali İhsan yazdı…
“SOL” MUHAFAZAKÂRLIK / Ali İhsan yazdı…
22 Mart 2016 16:37
Font1 Font2 Font3 Font4

Edmund Burke’ün öncülük ettiğini bildiğimiz muhafazakâr siyaset, tarihsel süreç içinde yelpazenin hep sağ tarafında biçimlendirilmiştir. Bu tecrübe sonucunda muhafazakârlığın kökeninde sağ tandanslı bir düşünme biçimi olduğu fikri yerleşik bir alışkanlık halini almıştır. Kendi içsel dinamikleri açısından gelenekleri koruma, din ile gelişen ilişkisi ve değişime olan katı tutum sebebiyle sağ eksenli bir siyasetin temsilcisi olarak görülen muhafazakâr siyaset Türkiye açısından da akla ilk etapta sağ eksenli düşünce adamlarını getirmektedir. Türkiye’de “muhafazakâr” düşünce adamı dendiği zaman Peyami Safa, Mümtaz Turhan vb. isimler ön plana çıkmaktadır. Bu tarz bir muhafazakârlığı kendi içinde tanımlamak ve değerlendirmek elbet mümkündür. Ancak muhafazakâr düşünce akımlarının bilgi üretme ve akıl yürütme sürecine bakıldığı zaman gerek dünya gerekse Türkiye ölçeğinde yalnızca sağ siyasetle ilişkilendirilmesinin eksik olduğu görülecektir. Kasettiğimiz husus Türkiye solunda da “muhafazakâr” eğilimlerin ortaya çıkması ve bunun güncel siyaseti bütünüyle etkisi altına almasıdır.

 

Türkiye solu ile ilgili “muhafazakârlık” değerlendirilmesinin yapılma sebebi bizzat Türkiye solunun “değişim” kavramına yaklaşımı ile ilgilidir. Türkiye’de “değişim” kavramı siyasal öznelerin bir diğerine yüklediği “beklenti” durumudur. Türkiye’de siyasetin, düşüncenin ya da toplumsal ilişkilerin değişiminde kasıt bu değişimi iddia eden siyasal aktörlerin bir diğerinden talebi haline dönüşmektedir. “Özeleştiri” kültürünün yerle yeksan olmasının ardında yatan temel etkenlerden biri olarak bu durumu görmek mümkündür. Türkiye’de yalnızca sağ siyaset açısından değil Türkiye solu açısından da böyle bir durumun bahsetmek yanlış olmayacaktır. Türkiye solunun da her bir öznesi “değişim” durumunu bir diğerinden beklemektedir. Kimse kendi politik konumu ile ilgili bir değişim talebi ortaya koymamaktadır. Türkiye solu içine CHP’yi de dahil ettiğimiz zaman kendi pozisyonunu değiştirmeye yönelik bir çaba olduğu iddia edilebilir. Ancak. CHP’nin yaşadığı değişim değil dönüşümdür. Mevcut tarihsel ve politik duruşunu inkar ederek bambaşka bir siyaseti temsil etme noktasına gelen bir yapının “değişim” kavramı ile ilgisi sorgulanmaya değerdir.

 

“Değişim” kavramından kastedilen husus siyasal aktörün ya da grubun temel politik doğrultusunu korumak suretiyle farklı düşüncelerle sağlıklı bir iletişim kurabilmesi ve Türkiye toplumunun gerçekliğini göz ardı etmeden güncel siyaseti içinde kendini yenileyebilmesi kabiliyetidir.

 

Türkiye solu açısından böylesi bir değişimin yaşandığını söylemek oldukça zordur. Zira yukarıda da bahsedildiği gibi Türkiye solunun aktörleri değişimi yalnızca bir diğerinden beklemektedir. Hatta kimi zamanlarda kendisi dışındaki solun tamamından beklemektedir. Değişimin sürekli kendi dışındaki öznelerden talep edilmesi aynı zamanda kendi siyasetinin “mutlak” bir hal almasını da beraberinde getirmektedir. Doğru-yanlış ikilemi içinde kendisini “doğru”, kalanını “yanlış” ilan eden bir siyasetin bu “değişim”i nasıl gerçekleştireceği giderek daha muğlak bir hal almaktadır.

 

Tam bu noktada Türkiye solunun “gelenek” üzerinden kurulan aidiyetinin süreç içinde bir fetişizme dönüşmesinden bahsetmek mümkündür. Türkiye solu da tıpkı bugünün Türkiyesi gibi geleneklere yaklaşım konusunda üçüncü bir yol geliştirebilmiş değildir. Sol aktörlerin kendi yaslandıkları gelenek ya kusursuz bir “bembeyaz kitap” ya da hatalarla dolu “kara kaplı bir defter”dir. Türkiye solu, “resmi ideoloji” başlığı üzerinden Türkiye tarihine yaptığı eleştirilerde “tarihin yüceltilmesi” kavramıyla bizi sık sık karşı karşıya bırakmaktadır. Ancak kendisinin de kendi grubunun/fraksiyonunun tarihini yalnızca başarılarla dolu mitler üzerine inşa ettiğini iddia etmek pek de abartılı olmasa gerekir. Kendi politik konumunu tarihsel süreç içindeki “kusursuzluk” üzerinden kuran bir düşüncenin “değişim” kavramı ile buluşması oldukça zor görünmektedir. Kendi açılarından “yaşadığını” iddia eden sol gruplara bakıldığı zaman da kendi özgül pozisyonları üzerinden bir yol inşa ettiğini değil yalnızca kendilerine referans aldıkları ağırlık merkezlerini değiştirdiklerini görmekteyiz.

 

Buraya kadar yazıyı Türkiye soluna dışarıdan bir bakış gibi okuyanlar açısından açıklayıcı bir not düşelim: Anlatılmak istenen hepimizi içine çeken girdapta boğulmadan kurtulmak için yol aramaktır.

 

Solun kendi geleneklerini koruma amacı üzerinden ürettiği tavır genelde diğerlerinin hatalarını ön plana çıkarmaktadır. Birbirleri arasındaki “asli unsur” mücadelesi sürekli olarak gerçek-sahte ikilemi içinde solun gücünü kaybetmesine sebep olmaktadır. Bu durum ise kitleselleşmenin ve büyümenin önündeki en önemli engellerden birisidir. Sayısal olarak bakıldığında hiç de iç açıcı olmayan bir manzaraya bakıldığı zaman Türkiye toplumu ile daha iç içe ve daha kitlesel olması beklenen solun hala kendi iç mücadelesini yapmaktan yüzünü topluma dönememiş olduğunu da söylemek gerekmektedir.

 

Sosyalist solu merkeze aldığımız zaman bu muhafazakâr eğilimlerle ilgili daha somut bir örnek vermek mümkün olacaktır. Gerçek olanın kim olduğu mücadelesinde kriter, Türkiye gerçekliğini kimin daha çok anladığı ve kimin sosyalizm mücadelesi açısından en uygun yolu bulduğu değil, kimin gelenekleri, sembolleri ve tabuları daha hararetle savunduğunun belirlenmesi halini almıştır. Farklı bir grubun özellikle de Kemalistlerin Türkiye hakkında temas etmeye çalıştığı bir gerçeklik doğruluğu test edilen değil, yanlışlığına kanıt aranan bir sorunsal oluşturmaktadır. Aynı tavır Kemalistlerden sosyalist solun belli bir bölümüne karşı da yapılmaktadır. Burada ifade edilmek istenen husus solun kendi geleneklerine ve ilkelerine karşı özcü bir eleştiri yapmak değil, gelenek fetişizmine varan ve klasik muhafazakâr siyasetten farksızlaşan bir katılığı eleştirmektir.

 

Birbirlerinin ürettiği doğruya sürekli olarak şüphecilikle bakan ve “bunlar doğru bir şey söyleyemez” ön yargısı ile iletişim kuramayan sol bu sayede “diyalektik” kavramı ile de yaşadığı sorunu saklayamamaktadır. Çünkü “tez-antitez-sentez” olarak bilinen sonsuz yolculukta herhangi bir “antitez”e rastlanılmamaktadır. Herkesin “tez”i herhangi bir “antitez” ile ilişkiye giremeyecek kadar mutlak ve kıymetlidir. Bu sayede de ileride yeni bir tez olarak kendi “antitez”ini bekleyecek olan sentez de güncel siyasette kendisine yer bulamamaktadır. Kendi tezini bir antitezle ilişki içinde sokmaktan kaçınan sol açsından böylesi bir ilişki durumu “arınma” ve “sterilizasyon” gibi tartışmalarla sonlanmaktadır. Bir başkasının ürettiği ve bilimsel olarak kanıtlanmaya açık bir doğrunun kabul edilmesi bir “kirlenme” olarak da görülebilmektedir. “x ile y ilişkiye girdi ve liberal oldu”, “v ile z ilişkiye girdi ulusalcı oldu”, “a ile b ilişkiye girdi goşist oldu” gibi sürekli dedikodu üretmeye başlanıldığında kendi kitleniz ya da farklı kitleler için “korku duvarları” inşa etmiş oluyorsunuz. “Aman şununla yakınlaşma sana bilmem ne derler” sonra gibi korku üretimi üzerine kurulu ayrışma siyaseti “antitez”in varlığını kabul etmediği için diyalektiğin zeminini de ortadan kaldırmaktadır. Diyalektiğin ortadan kalkması, değişimin ve ilerlemenin de ortadan kalkması ve hayatında mutlak doğrular arayan insanoğlunun her gün bir adım daha geriye gitmesi anlamına gelmektedir.

 

Öte yanda kendi ilkesel pozisyonunu ve düşünsel tutarlılığını bozmadan çeşitli konulardaki fikirlerinde “hatalı” olduğunu ve değişmesi gerektiğini ortaya koymak siyaseti oldukça kötü bir güç mücadelesine dönüştüren sol açısından bir eziyet haline gelmiştir. Başka bir açıdan bakıldığı zaman ise hatalı olduğunu kabul eden bir grubun diğerine karşı güçsüzleşeceği ve bir başkasının doğrusuna boyun eğmek zorunda kalacağı akla gelecektir. Çünkü kimse kendisini eleştirecek kadar erdemli bir siyaseti takdir etmemektedir. “İlkeli” olmak ile “sekter” olmak arasındaki sınırın giderek belirsizleşmesi güçlü bir sol siyasetin güçlü ezberlerden geçtiği yönünde de bir fikrin oluşmasını sağlamaktadır. Üretilen siyasetin Türkiye’nin gerçekliğine ne kadar uygun olup olmadığını test etmenin bir önemi kalmamaktadır. Semboller ve mitlerle kitlelere salınan gazın şiddeti sizin politik kabiliyetinizin sınanmasına yeterlidir.

 

Bu eleştirinin merkezine kimi oturmak istersiniz ya da okurken aklınıza kimler geldi bilemeyiz. Ben ilk bizi yani Kemalistleri düşündüm. Eleştirilerin diğer kısımları gerçekten düşünmek isteyen herkese açıktır.

           

Ali İhsan

telgrafhane.org



Yukarı Geri Ana Sayfa

x

Telgrafhane'yi Facebook'tan takip edin



Telgrafhane'yi Twitter'dan takip edin

x
Telgrafhane facebook uygulamasına
bağlan
59 Sorgu Yapıldı. 0,151 Saniyede Oluşturuldu.