Bu yazıya, Amerika’da bir ilkokulda yapılmış olan ilginç bir sosyal deneyden söz ederek başlamak istiyorum. Amaç “kalıp yargı” ve ayrımcılığı çocuklara bir deneyim yaşatarak kavratmaktır. Sınıf önce açık renk gözlüler ve koyu renk gözlüler olmak üzere ikiye bölünür.
Daha sonra açık renk gözlülerin koyu renk gözlülere oranla daha üstün özelliklere sahip oldukları ilan edilir. Koyu renk gözlü olanların açık renk gözlülerden hemen ayırt edilebilmeleri için özel atkılar dağıtılır. Açık renk gözlü olanlar pek çok ayrıcalık tanınarak ödüllendirilir. Bu deney sınıfta çok kısa sürede bir kalıp yargı yaratmıştır.
Daha önce birbirleriyle dayanışma içine giren ve birlikte oyun oynayabilen çocuklar, artık tam olarak ikiye bölünmüştür. Takımlar birbirlerine iyi gözle bakmamakta, iki rakip grup gibi davranmaktadırlar.
“Üstün” açık renk gözlüler koyu renk gözlülerle dalga geçmekte, onlarla asla oyun oynamamaktadırlar. Koyu renk gözlüler sıkılgan ve keyifsiz hale gelmişler, ders başarıları çok düşmüş, adeta çökmüşlerdir.
Kısa bir süre sonra, öğretmen vahim bir yanlış yaptığını, aslında koyu renk gözlü olanların üstün çocuklar olduğunun anlaşıldığını söyleyerek, atkıları alır ve açık renk gözlülere verir. Şimdi bütün ayrıcalıklar koyu renk gözlü olanlara verilmiştir. İşler tamamen tersine dönmüştür. Koyu renk gözlü çocuklar büyük bir istekle intikam almaya koyulurlar.
Son aşamada öğretmen tüm çocukları toplar, atkıları geri alır ve bunun bir oyun olduğunu gerçekte, üstün ve aşağı çocuklar diye bir şeyin olmadığını açıklar. “Kalıp yargı” kavramı ile ayrımcılığın ne olduğunu çocuklara örneklerle anlatır.
Kalıp yargılar kişiliğimizin bir köşe taşı olmaya başladığında, “biz” ve “onlar” zihnimize yerleştirildiğinde, “iyi” olan bizin “kötü” olan onları lanetleyeceği bir iklim yaratılmış demektir. “Biz”i sürekli olarak över, onları ise sürekli olarak aşağılarız.
Zannederiz ki “tüm zenciler birbirine benzer” ve “onlar” birbirinin fotokopi kadar benzeri olan insanlardan oluşmaktadır. Bir Kürt bomba patlatarak insanları öldürdüğünde artık bütün Kürtler “terörist” oluverir.
Yan apartmanın Kürt kapıcısı da teröristtir artık! Ne alakası varsa! Kendilerini ortak bir “kimlik” ile tanımlayan insanlar hakkında yerleşmiş tüm kalıp yargıları kesin doğrular gibi ele alma eğilimine gireriz.
Dinciliği bir politika haline getiren siyasi bir güce karşı “politik karşı çıkış” sergilerken, “türban” takan herkesi dinci ilan etmekte bir sakınca görmeyiz. İnsanlar ile politikaları birbirinden ayırt edemeyiz.
Bu durumun tersine de çok rastlanmaktadır. “Türban” takanların da bizler gibi insanlar olduğunu düşünerek, “türbanı” yaygınlaştırarak toplumu dincileştirmeye çalışan politikalara çok hoşgörülü yaklaşıveririz. Bugün tam da CHP’nin yaptığı gibi…..
Kim olursan ol, gene de gel demek isterken, hangi fikirleri savunursan savun kabulümdür, sen gene de gel noktasına savruluveririz. İlkelerimiz, siyasetlerimiz, paradigmalarımız yok oluverir.
Çok mu politik bir giriş yaptık? O halde biraz politika dışından örnekler verelim, kalıp yargılara.
Biz erkeklere göre, tüm kadın sürücüler beceriksizdir mesela. Zaten işsiz olan egeliler, bölgelerine akıp gelen Suriyelilerin hepsine, iş imkanlarını tümden kaybedecekleri korkusuyla “aşağı sınıf insan” muamelesi yapmakta bir sakınca görmezler, hiç farkında olmadan ırkçılık yaparlar.
Kalıp yargılar ve ayrımcılık, bir ülkenin kriz ortamına sürüklendiği koşullarda özellikle tırmanır. Ekonomik kriz, siyasi istikrarsızlık, yolsuzluk ülkeyi kasıp kavurduğunda hakim sınıflar tarafından hep bir günah keçisi aranır ve bulunur.
Hatırlayın bir dönem “komünizm”, sonra “irtica” sonra da “Kürt sorunu” hep en büyük toplumsal korkularımız haline getirilmedi mi?
Yanlış bulduğumuz fikirlere ve politikalara karşı “doğru yöntemler” kullanarak mücadele etmek farklı bir şeydir, bir kalıp yargı olarak “toplumsal korku” yaratmak ve topluma bunu şırınga etmek farklı bir şey.
İkincisi açıkçası hiç kimseye hiçbir şey kazandırmayacağı gibi, çoğunlukla mücadeleden kaçmanın, elini taşın altına sokmamanın bahanesidir aynı zamanda.
Özgüveni yok edilen bir toplum, suçu günah keçilerine yüklemektedir. Bir kasabamızda güneydoğudan şehit cenazesi geldiğinde, o kasabadaki Kürt tarım işçileri o ölümün baş suçlusu ilan edilerek, en hafifinden sözel saldırıya maruz bırakılmaktadırlar.
Peki ön yargılarımız, kalıp yargılar ve ayrımcılıkla nasıl mücadele edeceğiz?
Bugünün Türkiye’sinde güzel bir hayal olarak kalmaya mahkum bile olsa şunları söylemeliyiz:
Öncelikle Devlet dediğimiz sosyal organizasyon, “yurttaş” kimliği taşıyan bütün insanlarına karşı eşit mesafede durmalı ve “gücün hukukunu” değil, “hukukun gücünü” uygulayarak, evrensel hukuk normlarına uygun bir “hukuk devleti” olabilmelidir.
Farklı dünya görüşlerinden ve inanç ya da inançsızlık sistemlerinden olan insanların, “eşit koşullarda” bir araya gelebildiği, birbirini anlamak için çaba gösterebildiği ortamlar ön ve kalıp yargıları azaltır.
Ne göz renklerimiz, ne milliyetlerimiz, ne dünya görüşlerimiz, ne de dini inanç veya inançsızlıklarımız bizi birbirimize üstün kılmaz. Günümüz Türkiye’sinde olduğu gibi “Ben senden daha üstün insanım” kavgası yapmak anlamsız ve saçmadır aslında.
Aynı coğrafyanın aynı kaderi yaşayan insanları olarak, yurdumuzu sevmeli, bu yurtsever yaklaşımla bir arada yaşayabilmek için “kalpten kalbe giden yolu” yeniden diriltmeliyiz. Ön ve kalıp yargılar, kibir ve ayrımcılıktan sıyrılmalı ortak dil ve kültürümüzü geliştirmeliyiz.
Başlıkta yer alan “kimlik” kavramına hoş bir anekdotla tekrar bakalım isterseniz. 1920’ler İtalya’sında bir kasabadayız şimdi. Faşist partiden bir yetkili, sosyalist olarak bilinen bir köylüyü kendi partisine üye olması için ikna etmeye çalışmaktadır.
Köylü “Bu nasıl olabilir? Babam bir sosyalist olduğu kadar, dedem de bir sosyalistti! Nasıl katılabilirim ki partinize” diyerek itiraz etmektedir.
Faşist parti yetkilisi, “Bu nasıl bir akıl yürütme? Eğer baban da, deden de bir katil olsaydı, o zaman sen ne yapacaktın?” diyerek karşılar itirazı.
Bizim köylümüz çok hazır cevaptır: O zaman der; “Elbette, tereddütsüz faşist partiye katılırdım.”
Tarih boyunca hegemonyacılık ve yayılmacılık peşinde koşan tüm güçler, kimlikleri katı ve değişmez aidiyetler olarak, “tek” bir nitelik olarak tanımlamışlardır.
Bu durum, artık herkesçe bilinen bir hiledir. Hedeflediğiniz bir Coğrafya varsa, orada yaşayan ve hedef aldığınız insan ya da insanları istediğiniz şekilde tarif eder, o insanın tek anlamlı özelliğinin bu olduğunu vurgularsınız. Böylece Saddam, Kaddafi, Esad basit birer diktatör ve demokrasi düşmanı olurken, kendinizi de demokrasi savaşçısı yaparsınız.
Dünyayı İslam dünyası, Batı dünyası, Hindu dünyası şeklinde bölerek kategorize ettiğinizde, insanları aralarındaki olası bütün farklılıkları yok ederek kap katı kutucuklar içine koyar ve aralarındaki temel farkı “din” eksenine oturtursunuz.
Birbirlerinden alıp verecekleri bir şeylerinin olamayacağını ve eninde sonunda savaşmak zorunda kalacaklarını iddia edersiniz. İşte “medeniyetler çatışması” denen teori bu kadar kaba ve sığ bir teoridir.
Halbuki o coğrafyaların tümünde; değişik sınıflar, değişik meslekler, farklı diller ve milliyetler, zenginler ve fakirler, pek çok farklı politik aidiyetler vardır.
Medeniyetler çatışması teorisi, yalnızca bu toplulukların kendi içlerindeki farklılıkları gözden kaybetmiyor, aynı zamanda onların birbirleriyle olan etkileşimlerini de yok sayıyor. Böylece dünyamızı birbiri ile savaşmaya hazır bir dinler federasyonu olarak sunuyor. Bu ideolojinin arka planında yeryüzünü ateşe vermeye ve yutmaya kararlı bir saldırganlığın izleri var.
Ötekileştirmenin temelinde de bu yaklaşım vardır. Bir sosyal kümelenmenin aidiyet özelliklerinden birisini ön plana çıkartır ve o aidiyet tanımlamasını “kötü” ve “düşman” ilan ederiz. Böylece o sosyal gruba saldırmayı meşrulaştırmış oluruz.
Yaşadığımız dünya tekil aidiyetlerden, tekil kimliklerden oluşan bir dünya olamaz. Bireyleri tek bir aidiyet üzerinden tanımlayan ideolojiler, onların sadece ve sadece tek bir bağları olabileceği iddiasındadır.
Kabul etmeliyiz ki, her birimizin çeşitli kimlikleri var. Peki, bunlardan hangisini esas alıyoruz? Yaşamımıza ve politik duruşumuza yön veren esas kimliğimiz hangisidir?
Erkek ya da kadın oluşumuz mu, beyaz ya da siyah oluşumuz mu, hangi ulusun üyesi olduğumuz mu, yoksa sınıfsal konumumuzun ne olduğu mu? Bu soruya verdiğimiz yanıt tamamen ideolojiktir; yani verdiğimiz yanıtla ideolojimizi de belirlemiş oluyoruz.
Yani, her birimizin kişiliğimizin bir parçasını oluşturan ve birbirinden farklı pek çok aidiyetimiz var. Bu farklı aidiyetlerimizden herhangi birisi zaman zaman ön plana çıkabilir, ancak bu diğerlerinin yok varsayılmasını gerektirmez. Belirli bir zaman ve mekanda, kendimizi bir kimliğimiz ile tanımlayabiliriz.
Kimi zaman erkek ya da kadın, vatandaş ya da sürücü, kimi zaman öğretmen ya da doktor, kimi zaman anne ya da baba olabiliriz. Sahip olduğumuz farklı kimliklerimiz birbirini etkileyerek kategorileştirmeye direnir ve keskin ayrımları yumuşatır.
Bir Türk ile Bir Kürt evlenirken etnisite aidiyetleri, erkek ve kadın kimlikleri tarafından baskı altına alınmaktadır. Aksi takdirde bir araya gelemezlerdi.
Aslında şunu hiçbir zaman hatırdan çıkarmamalıyız. Bütün kimliklerimizin üzerinde yer alan temel kimliğimiz “insan” olmaktır. Hepimiz her şeyden önce ve öncelikli olarak sadece insanız. Diğer taraftan tüm dünyada geçerli bir “evrensel hukuk” var olmalıdır diye düşünüyorsak, “insan” olmanın ardından gelen ikinci temel kimliğimiz de “dünya vatandaşı” olmaktır.
Elbette pek çok farklı duygu ile birlikte “milli” duygularımız da olacaktır. Ancak bu duygular aynı coğrafyada yaşadığımız ve toplumumuzun bir parçasını oluşturan farklı etnisite ya da dini kümelenmeler içinde yer alan bireylere karşı ön ve kalıp yargılara, öfkeye ve kine dönüşmüş ise, o noktada artık ırkçılığa dayalı bir milliyetçilikten söz etmek zorundayız.
Hele hele, yaratılan kolektif bir “illüzyon” ile kitleleri kolayca baştan çıkarabiliyorsak, insanların milli hislerini bir öfke ve nefret nesnesi yaratmakta kullanıyor isek, bu tutumumuz asla toplumsal kabul görmemelidir.
Anayasamızda yazılı olan hukuki bir kavram olarak “Türk Milleti” tanımına dayanan çağdaş Milliyetçilik, başka/öteki/bizden farklı insanların, insanlık kavramının dışına çıkarılması anlamına gelemez.
Üzerinde yaşadığımız bu coğrafya, çatışmanın değil, ahenk içinde bir arada yaşamanın, bölmenin değil birlikte olmanın, nefretin değil sevginin, kendini beğenmişliğin değil alçakgönüllülüğün köklü geleneklerine sahiptir. Bu zenginliğimizin farkına varmalı, “ne mozaiği ulan, mermer…mermer…” diyenlerden olmamalıyız.
Türklerle Kürtlerin bir arada ve barış içinde yaşayabilmesinin yolu, bu coğrafyada yaşayan herkesin kuşkusuz “önce insan” olabilmesinden geçiyor. “İnsan” kimliğimiz kayboldukça, diğer kimliklerimiz farklı milliyetçiliklerin yörüngesine giriyor.
Ayırımcılıktan düşmanlığa doğru uzanan bütün yollar, dönüp dolaşıp bizlere çatışma ve ölümden başka bir şey getirmiyor. Kin ve nefret duygularımız büyüdükçe, kanlı bir süreçte hayatları çalınan insanlarla karşı karşıya kalıveriyoruz.
Kimlik siyasetinin dar ve katı kalıpları içinde en hafif deyimiyle reaksiyoner bir Türk ya da Kürt milliyetçiliği üreterek ölen ya da öldüren insanlar mı olacağız, yoksa Türk ya da Kürt olmaktan önce “insan” olduğumuzu kabullenerek bir arada, hep birlikte yaşayacağımız bir gelecek mi kuracağız? Bu soruya samimiyetle yanıt vermeden hiçbir sorunu çözemeyiz!
“Bir”in değeri olmadan, bu birlerden oluşan bütün bir değer oluşturamaz! Tek tek dakikaların değeri olmadan, saatin, günün, haftanın, ayın, yılların bir değeri olabilir mi?
Her insanın, tek tek her bireyin taşıdığı değer kabullenilmeden, bir milletin değerini oluşturamazsınız.
İçindeki her şeyin ayırıcı özelliğini, lezzetini, tadını korumasını sağlayarak bir aşure yapmak mı, yoksa her şeyi ezip birbirine tamamen karıştırarak bir bulamaç meydana getirmek mi? Modern millet bir aşuredir ve ırkçılık yaparak yaratılamayacağı yeterince açıktır!
Bu topraklarda yaşamak demek, tabii ki en başta insanın kendisini ama aynı zamanda da bu toprakları paylaştığımız farklı din ve köklerden tüm insanları sevmek, ortak hikayelerimizde ağlayıp, gülebilmek, öteki olanla da tamamlanarak “bir ve biz” olabilmek demektir.
Türk ya da Kürt ırkçılığına karşı çıkmak, tek tek Türklere ya da Kürtlere karşı çıkmak olmamalıdır. Laikliği savunmak ve irticaya karşı mücadele etmek, türban takan herkesi mürteci ilan etmek olarak anlaşılamaz.
Madem “bilimsel sosyalist” olduğumuzu söylüyoruz, o zaman daha da öteye gidelim ve şunu da söyleyelim: “Bir sınıf üzerinde diktatörlük uygulamak, o sınıfın mensubu olan tek tek bireyler üzerinde de diktatörlük uygulamak demek değildir.”
Fikirlere ve paradigmalara karşı mücadele etmeliyiz, insanlara karşı değil.
İHSAN BABAK
telgrafhane.org