İki yılı aşkın bir çatışmasızlık döneminin ardından 2015 Temmuz’u itibariyle şiddet tekrar Kürt sorununun merkezine yerleşmiş durumdadır ama bu sefer ortada “yeni” birtakım olgular bulunmaktadır, dolayısıyla mesele basitçe “90’lara dönüş”, hatta 2012 öncesine dönüş olarak dahi değerlendirilemez, bu nedenle “yeni” olana odaklanmak gerekmektedir.
Her şeyden önce ortada “yeni” bir coğrafya vardır: Rojava. 2012’den beri, Irak’tan sonra Suriye’de de bir Kürt özerk bölgesi mevcuttur ve burada Öcalan’ın fikirleri üzerine temellendirilmiş bir inşa süreci devam etmektedir. Bu süreç ise Türkiye’deki Kürt sorununu doğrudan etkileyen bir nitelik taşımaktadır. Rojava, devlet aklı açısından bir tehdit olarak görülmekte ve hem içeride hem dışarıda ona göre adımlar atılmaktadır; aynı şekilde Kürt hareketi de hamlelerini Rojava bağlamında yapmakta, Rojava’ya bakmaktadır.
Başka bir yenilik, “öz yönetim” ve “öz savunma” ilanlarıyla birlikte, savaşın kırsalda askerle gerilla arasında yaşanan ve zaman zaman kentlere taşınan bir olgu olmaktan çıkarak doğrudan kent merkezlerine taşınması ve adeta “topyekûn” bir veçheye kavuşması, bir “iç savaş” manzarasının ortaya çıkmasıdır. Savaş artık esas olarak kentlerde, sivillerle birlikte ve “milis” diyebileceğimiz unsurların öncülüğünde gerçekleşmekte, devlet ise buna “isyan bastırma stratejileri”ni ve “kent savaşları konsepti”ni devreye sokarak yanıt vermektedir. Kentlerin tanklarla dövülmesine dair görüntüler, bu yeni durumu çok net bir şekilde sembolize etmektedir.
Diğer bir yenilik ise politik iklim, onun yarattığı “politik kültür” ve bunun savaşa yansıması ile ilgilidir; yani savaş, “zamanın ruhu”na uygun bir “savaş kültürü”nü, birtakım simge ve sembollerin popülerleşmesini beraberinde getirmektedir. Örneğin milliyetçiliğin yükseldiği 90’larda özel harekâtçılar arasında silahın kabzasına üç hilal çıkartmaları yapıştırmak, bozkurt kolyeleri takmak, sarkık bıyık bırakmak modaydı ve bu zaman zaman medyaya yansırdı. Dinsel bir rejim inşasının damgasını vurduğu günümüz Türkiye’sinde ise savaş kültürünün esas belirleyicisinin din olduğunu ve milliyetçilikle tahkim edilmiş yoğun bir dinsel militarizmin kendi sembollerini ve ritüellerini yarattığını söylemek mümkün görünmektedir.
Bu süreçte ülkücü bıyığının yerini cihatçı sakalı alırken, “Esedullah Timi” imzalı duvar yazılarında dinsel mesajlarla milliyetçi mesajlar, dinsel sembollerle milliyetçi semboller iç içe geçmekte; “Kurdun dişine kan değdi” sloganıyla “Kanımız aksa da zafer İslam’ın” sloganı aynı eller tarafından Kürt coğrafyasındaki kentlerin duvarlarına yazılmaktadır.
“Yeni” olan başka bir şey ise şudur: Bu seferki savaş, internet çağında ve sosyal medyanın gündelik bilgiye ulaşmanın esas aracı haline geldiği bir dönemde gerçekleşmektedir. Dolayısıyla “savaş kültürü”nün günümüzde neye tekabül ettiğini, güvenlik aygıtının mensuplarının savaşı nasıl tahayyül ettiklerini, nasıl algıladıklarını ve nasıl anlamlandırdıklarını sosyal medyadaki “paylaşımlarına” bakarak çok daha yakından görmek olanaklı hale gelmektedir.
Bunun son örneğini boşaltılan okullardaki talan edilmiş ve delik deşik olmuş sınıflara girip, tahtaya bir şeyler yazdıktan sonra poz vermek ve “paylaşmak” oluşturmaktadır; özel harekâtçılar arasında camide namaz kılarken fotoğraf çektirmekten sonraki “moda” budur. Ancak bunun “fotoğraf çektirip sosyal medyada paylaşma”yı aşan sembolik bir boyutu daha vardır. Tahtaya yazılan “eğitim sırası bizde” cümlesine ya da “öğretmenler yeni nesil sizin eseriniz olacaktır” vecizesinin hemen altında verilen poza bakarak, Kürt sorununa güvenlikçi bakışın ne anlama geldiği kolaylıkla görülebilmektedir.
Bu fotoğraflar, devletin Kürtlere bakışındaki “eğitilebilir/asimile edilebilir olmak”la “tedip edilmesi/sopayla hizaya getirilmesi gereken olmak” arasındaki salınımda galip gelenin bugün itibariyle tedip ve sopa olduğuna ve “öğretmen”in yerini “özel harekatçı”nın aldığına dair muazzam bir sembolizm taşımaktadır. Güvenlikçi bakış, bu fotoğraflarla Kürtlere adeta, “artık sizin anlayacağınız dilden konuşacağız, sizi böyle eğiteceğiz” mesajını verirken, toplumun geri kalanına da “çözüm”den ne anladığını göstermiş olmaktadır.
Peki sopa bir işe yaramakta mıdır, Kürtleri bu şekilde “eğitmek” ve Kürt sorununu böyle çözmek mümkün müdür? Aksine, tüm bu yaşananlar özellikle genç kuşaktaki kopuşu hızlandırmakta, kendini bu ülkeye ait hissetmeme duygusunun güçlenmesini sağlamakta, kolektif hafızada kolay kolay onarılmayacak yaralar açmaktadır. Velhasıl, kendini öğretmen yerine koyan özel harekâtçı zihniyete, acı bir tebessüm eşliğinde “yeni nesil sizin eseriniz olacaktır” demek gerekmektedir.
BirGün